Bana neden yazıyorsun diyorsunuz. Yazmak sözünüz kesilmeden yapabileceğiniz tek konuşmadır.
Jules Renard

30 Ocak 2010 Cumartesi

Haberler

İnsan izlemeden edemiyor, olan biteni öğrenmek istiyor. Ne var ki haberler gerçekten insanın içini karartıyor. Terör olayları, siyasi küfürleşmeler, yolsuzluklar, kazalar vs... İlaç için bir tanecik de iç açıcı haber olmuyor.

Hadi haberlere konu olan bu olayları değiştirmek kimsenin tek başına harcı değil diyelim. Peki o sunuşlar nedir öyle? Ağır abilerin el koyduğu büyük kanallarınki iyice tahammül fersa. Ben kendi adıma, ehven-i şerdir  diye, haber kanallarını izliyorum. Ama onlar da nafile...

Editörler, hepimizi biraz düşük IQ'lu kabul etmişler ki, haber şu formatta veriliyor. Önce spiker sıradaki haberin başlığını veriyor, sonra kısaca içeriğini anlatıyor ve nihayet daha geniş bilgi almak için sahadaki muhabirine bağlanıyor. Muhabir, ne olur ne olmaz diye haberin başlığını tekrarlıyor, sonra da spikerin zaten anlattığı içeriğe bir-iki detay ekliyor. Sonra da bildirdiği haberin kısa bir özetini veriyor. Spiker tekrar sözü alıyor, son bir toparlama yapıyor, anlamıyan kalmasın diye. Ve nihayet yeni bir habere geçiyor. Mubalağasız böyle. El insaf...
 
Sevmediğim bir diğer konu da şu: Terör, savaş, çatışma haberlerinin arkasına yerleştirilen korku filmlerindekini andıran o müzikler ne oluyor öyle. İşi daha da dramatikleştirmek için olsa gerek.  Zaten haberin içeriğinden insanın içi kalkmış bir de o müzik üstüne tuz biber ekiyor. Üstelik de bu müzik zaman zaman spikerin sözünü de bastırıyor, o da ayrı.

Bir de bazen haberlere bağlanan eksperle olan dialoglar var. Eksper ya da o bağlanan her kimse, sözü bir kere eline geçirince bir daha öldüm Allah bırakmak niyetinde olmuyor. Spiker adama sözü verdiğine bin pişman bir an evvel tekrar lafı kapma mücadelesine giriyor. Yırtınıyor. Ama nafile. Adam lafı bir kere kapmış bir daha bırakır mı, 75 milyon (!) kendisini dinlerken... Neyse mücadeleyi sonunda yine spiker kazanıyor, senaryo gereği.

Bitiriş de bir alem oluyor. Haberler verilmiş, herşey bitmiş ama spiker kısa bir ara vereceğini (bu araların kısa olmayanı daha görülmemiştir) belirtiyor. Bir yere ayrılmamamızı, dönüşte buluşmak dileğinde olduğunu söylüyor. Ne işe yaradığını, ne için var olduğunu bilemediğim RTÜK'ün belki de tek doğru kararı  'Reklam sürelerinin kısıtlanması' ilkesi hiçe sayılarak, çeşitli üç kağıtlarla iyice uzatılan, insanı perişan eden reklamların ardından da pişkin pişkin sırıtıp programın bittiğini ilan ediveriyor.

Ugg mu çirkin Hunter mı?...

Tamam anlıyorum, her yazı ekonomiyi bir dokunuşta düzeltmez veya ne bileyim ortalık toz dumanken memleketin siyasi karmaşasını bir anda durduracak reçeteyi de vermez.

Tamam anlıyorum, magazin yazarlığı diye bir kategori de vardır, insanı eğlendiren, keyif veren.

Bütün bunlar tamam da memleketin saygın kabul edilen gazetelerinin, saygın kabul edilen bir sürü yazarının incir çekirdeğini doldurmayan yazıları niye yazdığını gerçekten anlıyamıyorum.

Buyrun size bir örnek. Feyzalın. Belki birşey anlar, bana da anlatırsınız.



16 Ocak 2010 Cumartesi

TV programı nasıl yapılmamalı dersi

Biraz evvel televizyonda 2010 İstanbul Kültür Başkenti canlı yayını vardı. Günlerdir anons ediliyordu,
yedi tepenin yedi yerinde müthiş etkinlikler yapılacak, şöyle olacak, böyle olacak diye.

Zaten TVde adam gibi program yok denecek kadar az, bir ümitle oturdum seyretmeye. Oturmaz olaymışım.

Belli ki bunların televizyon yayıncılığı hakkında en ufak bir fikirleri yok. Bakın niye:

Ortada bir etkinlik var, aylardır hazırlığı yapılmış, şu kadar milyon da para dökülmüş. Birinci öncelik bu etkinliği göstermek değil midir?

Hayır...

Manzara şu: ekranda bir meydan, biri uzun uzun programı anlatıyor. Güzel, bilgilendik. Ne var ki tam program başlayınca da yönetmen hooop stüdyoya bağlanıyor.

Stüdyodaki sunucu bir tarihçi bulmuş. İstanbul'un tarihini konuşacak. Bayıltarak on cümlelik sorusunu soruyor. Adamcağız tam cevap vermeye başlıyor, hoop yönetmen bir başka yere bağlanıyor.

Bu defa ekranda nihayet programdan bir bölüm gözüküyor, bir kadın şarkıcı şarkı söylemekte. Ne var ki sesi çıkmıyor. Ağzı oynamaya dursun onun yerine demin lafı yarım kalan tarihçinin sesi duyuluyor.

Derken bir başka yere bağlanıyorlar. Orada ise kim olduğunu bilmediğimiz biri şarkı söylüyor. Ama bu şarkıcı biraz evvel gördüğümüz kadın şarkıcı kadar da şanslı değil. Öbürünün hiç değilse görüntüsü vardı, bunun o da yok. Buna mukabil ekranda, neye iyiyse, gözükmek için itişip kakışan bir kalabalık ve havanın ne kadar soğuk olduğunu bağrınan bir muhabir beliriyor.

Bir de bunlar ekranın ortasına bir suret koyup altına "stüdyo" yazmayı, etrafına da birkaç kafa daha dizip onların altına da bulundukları yerlerin ismini koymayı marifet zannediyorlar anlaşılan. Yahu o eskidendi. Onlar, telefon etmek için komşudan veya mahallenin bakkalından icazet beklenen zamanlardı. Artık, bu iletişim çağında, üç-beş yere bağlanmak bir marifet değil ki... Durup durup bunu gösteriyorsunuz.

***

Bir de baktım, neredeyse bir saatimi heba etmişim. Yetti dedim, yetti. Benim yapacak çok daha keyifli işlerim var.

Siz televizyoncular, nenize gerek, böyle işlere kalkışmak. Koyarsınız üç saatlik bir yerli dizi, ya da bimem hangi ligden bir futbol maçı. Sen sağ ben selamet.

Çat diye kapadım televizyonu...

9 Ocak 2010 Cumartesi

TVde futbol zevki nasıl katledilir?

Biranızı almış, en sevdiğiniz koltuğunuza kurulmuş, televizyonda futbol maçı seyrediyorsunuz. Harika bir kombinezon, akıllı bir paslaşma, genç santrforun müthiş vuruşu. Ve gooool.

Futbolun keyfini yaşamak isteyen daha ne ister? Ama hayır, bir dakika.. Dinleyin:


***.

-  Ne gtüzel gol. Ne usta bir vuruştu. Değil mi hocam?

-  Tamam daaa... Bir bakalım. Geri gel! Bakalım turunculu oyuncu yeşil formalının önünde mi?.
   
   Geri gel! Yahu daha geri gelsene. Kaldır benim kelleyi ekrandan. Şimdi yavaş yavaş yürü. Kesin  ofsayt. Dur. Bir daha daha geri gel. Baksana apaçık. 
   
   Adamın omuzu yeşillinin bir karış önünde. Buz gibi ofsayt. Yardımcı orada uyuyor.   bir kere durduğu yer yanlış. Ama kabahat onda değil, onu oraya dikende. Bunları asmalı, kesme...    

-  Fakat hocam, ne vuruştu ama. Zaten bu çocuğu ne zamadır takip...

-  Dur daha bitmedi. Geri gel. Bir önceki pozisyonda öbür turunculu, önündeki yeşilliyi, 9 numarayı nasıl rahat bırakmış. Arkadan iyice yapışacak abi, verdirmeyacak o pası. Fortçuluk yapacak.

-  Aman hocam dur.
   
   Her şey bir yana, kim ne derse desin genç oyuncu harika bir gol attı. Ne ustaca bir vur...

 -  Ben anlamam abi turunculu oyuncu yeşillinin.....

 ***

Ben de anlamıyorum. 

Bugünkü maçlar ne oldu diye merak ediyorsan seyredeceğin  kanal belli. Anladık, bastırmışlar masraflar hariç senede 321 milyon Amerikan dolar gibi deli bir serveti, tekel olmuşlar.


Tamam da bizim kusurumuz ne? Düpedüz işkence çektiriyorlar.

Aferin. Biz seyircilere, bütün kuralları sular seller gibi öğreniyoruz. İyi de karşılığında da kurdeşen oluyoruz. 

Nerede kalıyor seyir zevki, nerede kalıyor eğlence?

***


21 Ocak 2010.

Ben yukarıdakileri yazdıktan bir hafta sonra Erman Toroğlu'nun işine son verildi haberi çıktı. Ben de bu eki yazmak ihtiyacını hissettim.

Hemen söyleyim bütün sansürler gibi buna da karşıyım. Kulüpler Birliğinin işlerine gelmiyor diye baskı yaparak bir programı yayından kaldırtmak istemesi (en azından şimdi söylenen bu) kabul edilir gibi değil.


Şimdi artık milletin ikiye bölündüğü bir konumuz daha var. Bazıları "Oh iyi oldu, gitti" derken bazıları da "Evet katılmadığım birçok şeyler söylüyorlardı ama yine de pazar gecelerinin eğlencesi idi bu program, kötü oldu" diyorlar. 

Eminim bu ayrışma daha da belirginleşecek. Sonunda da hamiyetli milletimin "mağdurun yanında olma duygusu" ile ibre "Keşke kalsalarlardıcılar"a kayacak.


Ne diyeyim: kör ölür badem gözlü olur.

... gibi binalar yapmak

Topkapı Sarayı Antalya'da, Kremlin de Antalya'da.

Sahiden.

Ya Kızkulesi? E o da Antalya'da.

Antalya'ya bir gidişte hem Topkapı'yı, hem Kremlin'i, hem de Kızkulesini görmek. Yetmedi, bonus olarak da Antalya'yı.

Bu nasıl iştir?

***

"Boğaz dünyada tek, onun gibisi yok" deriz ya... İnanmayın. Artık değil. Çünkü şimdi Küçük Çekmece'de de bir Boğaz'ımız var.

Ne diyeyim, şaka gibi.

***

Benim anlamadığım şu: anlı şanlı inşaat şirketleri, o kocaman teşkilatlarıyla, uzmanlarıyla, danışmanlarıyla, mimarlarıyla hiç mi yeni fikirler üretemiyorlar da ayları kırpıp kırpıp yıldız yapıyorlar? Kopyanın hiçbir zaman orjinalinin yerini tutamıyacağını bilmiyorlar mı?

Bilmez olurlar mı, hem de nasıl biliyorlar. Ama para tatlı. Ayrıca sonradan görmeler de istemediğin kadar bol.

Anlamadığım bir diğer nokta: bir insan hangi duygularla, herşeyin "çakma" olduğunu bile bile, böyle bir yerde huzur bulur? Herşeyin yapmacık olduğu dünyasında önündeki su birikintisine bakarak "Getir kızım şu rakımı, şöyle Boğaz'a karşı bir keyif süreyim" falan der.

Daha da anlamadığım ise: aklı başında, "azıcık" meslek saygısı olan bir mimar böyle bir rezalete nasıl imzasını koyar?

Belli ki ben ne bu "çakma" Boğaza karşı rakı keyfi yapan adamı, ne de bu "çakma" mimarı anlıyamıyacağım. Hiç bir zaman.