Bana neden yazıyorsun diyorsunuz. Yazmak sözünüz kesilmeden yapabileceğiniz tek konuşmadır.
Jules Renard

24 Eylül 2010 Cuma

Anadolu'nun Kayıp Şarkıları

Dün oğlumuzdan bir hediye aldık. Bir DVD: Anadolu'nun Kayıp Şarkıları isimli. 8 yılda tamamlanmış, bir kuyumcu sabrı ile işlenmiş Nezih Üner imzalı bir başyapıt.  Ayrıca bir sürü tutkulu ve heyecanlı insanın da katkısı büyük olmuş.

                                                                      ***
Akşam evde hemen izlemeye başladık. Rüya gibi bir yolculuğun çok heyecan verici hikayesi. Hem müzikal açıdan hem de görsel bir şölen olarak tek kelimeyle muhteşemdi. Ba-yıl-dık.

                                                                      ***
Eğer siz de büyük Anadolu kültürünü önemsiyorsanız, güzel türküleri dinlemeye hazırsanız, harika ve çok hoş insanlarla tanışmak, onlarla gülmek, şaşırmak, düşünmek istiyorsanız, en önemli zenginliğimiz olarak çeşitliliğimizi görüyorsanız ve nihayet sıkıcı siyaset tartışmalarından, aldatmacalardan, kandırmacalardan bıktıysanız bu DVD'yi hemen edinin ve izleyin diyorum.

                                                                       ***
İyi seyirler...

6 Eylül 2010 Pazartesi

Modayı hiç sevmiyorum.

Modayı hiç sevmiyorum. Nesini seveyim?

Tanımadığın birileri sana neyi sevip neyi sevmiyeceğini buyuruyor. Sen de ister beğen ister beğenme kuzu gibi bu birilerinin laflarını dinliyorsun. O kadarla kalsa iyi. Bir de uyguluyorsun.

                                                                    ***
- Sana güzel bir pembe şarap vereyim. Bol buzlu.
- Sağol ben şarabı buzlu sevmiyorum, yine her zamanki kırmızı şarabımı içeyim. Benim bildiğim sen de  kırmızı şarap severdin.
- Aaaa olur mu hiç. O geçen seneydi. Bu yaz artık pembe şarap içilecek. Moda öyle.
- ???

                                                                    ***

- Bu sene tatilde ne yapıyorsunuz? Yine Bodrum mu?
- Yok canım. Bu yaz artık Alaçatı.
- E sen Bodrum'a aşıktın. Ne oldu?
- Canım şimdi herkes Alaçatı'ya giderken benim Bodrum'da ne işim var. Bir bakayım hangi barlar, hangi kafeler var? Sonra kışın bunlar konuşulurken ben fransız kalırım.
- ???

                                                                      ***
- Dün çarşıya çıktım. Kendime iki tane tayt aldım. Biri siyah, biri bej.
- Ben tayt giyemiyorum, bacaklarım biraz kalın. Yakışmıyor.
- Ona bakarsan benim bacaklarım daha da kalın. Ama ölsem giyerim. Madem ki moda...
- ???


                                                                     ***
İki yıl sonra... Fotograflara bakarken...

- Şu hale bak. Kendimizi ne kılıklara sokmuşuz. Gözümüz kör müymüş ayol..
- ???

Mr. Mervyn Kirkead'i çok kıskandım

Malum memleketin durumu pek parlak değil. Ahali kabak karpuz (ne rengi güzel ne de kokusu) gibi ikiye bölünmüş. Ortada kalanların hali daha zor zira 'biiitaraaaf olan bertaraaaf olur'. (i'leri, a'ları uzatacaksın ki durmuş oturmuş, kültürlü biri gibi olasın. Mitingde seni dinleyen de yanında boş boş bakınanın böğrünü dürtüp 'bizimki yine kitap gibi laf etti' desin)

İşsizlik, pahalılık tavan yapmış. Zaten milletin anası ağlıyor, bir de abuk subuk bir referandum tartışması sürüyor.

                                                                      ***
Bireylerin durumu da pek parlak sayılmaz. Hava bunaltıcı sıcak, rutubet de % 90lara çıkınca durulmaz oluyor. Bu haldeyken bir de, trafikle boğuşarak, iki dakikalık yolu iki saatte kan ter içinde gitmek insanı iyice çileden çıkarıyor.

Bizim gibi yaşı kemale erenlerin hali daha da zor. Haliyle kireçlenmeler başlamış, insanın orası burası sızlıyor, Kalpçi onu diyor, dahiliyeci bunu. Derdini eşe dosta da anlatamazsın. Ya da anlatırsın da bedeli ağır olur. Bu sefer o da sana uzun uzun kendi derdini anlatmaya başlar.

                                                                      ***
Bu arada biz bütün bunları yaşarken 65 yaşındaki Mr. Mervyn Kirkead'in derdi de başka. Tutturmuş ben banyo küveti ile İrlanda'dan İskoçya'ya geçerim diye. Ve de 16 mili 8 saatte geçip bu işi başarmış. Böylece Mr. Kirkead'in bütün sıkıntıları da bir anda bitivermiş.

                                                                      ***
Şimdi haklı değil miyim Mr. Kirkead'i kıskanmakta? İtiraf edin siz de kıskandınız değil mi?

20 Nisan 2010 Salı

Havalimanı manzarası

Eğer konu manzara ise...

Hemen herkes deniz manzarasına bayılır. Yemyeşil çamlar arasından görünen göl manzarası da ayrı güzeldir. Bazıları yeşil sever, orman görmek, ağaç görmek ister. Bazıları da ferahlık sever, uçsuz bucaksız, ufka kadar açık manzaraları sever.

Ama havalimanı manzarasının sevilebileceğini hiç düşünmemiştim. Hele de bunun üzerine bir geleceğin dizayn edilebileceği hiç aklıma gelmemişti.


Sporda taraftarlık

Sporda taraftarlık güzeldir.

Bir sürü insanın omuz omuza hep birlikte bir heyecanı paylaşmaları seyire önemli bir boyut katar.

Kazanılan bir maçtan sonra birlikte sevinmenin keyfi başkadır. Hatta kaybedilen bir maçtan sonra yenilgiyi paylaşmanın bile bir tadı vardır.

Taraftar olmayan bunu pek de iyi anlayamaz çünkü yaşamamıştır.

***
Beri yandan taraftarlık dünyanın en irrasyonel olgusudur.

Daha en baştan herşey bir raslantıdır. Evin veya mahallenin abisi nereliyse oralı olunur. Sonra da bu öldüm Allah değişmez, hep böyle kalır. Bir kere oralı olunmuştur.

***
Tamam mantık falan yoktur ama taraftarlık yine de çok zevklidir.

***
Ta ki bir gün, üç tane, yüz tane başıbozuk çapulcu çıkar takımının gencecik kaptanına olmadık şekilde bağırır. Son derece bayat, kalitesiz ama akıllarınca çok zeki sloganlarla hakaret ederler. Kız arkadaşı ile sinemaya gitti diye demediklerini bırakmazlar, isterler ki o da onlar gibi bütün gün kahvede  taş oynasın.

Üstelik kaptan takımını onlardan bin defa daha çok sever, camiasına onlardan bin defa daha çok hizmet etmiştir.

Gerçek taraftarın fena halde keyfi kaçar.

***
Hemen ertesinde ise önce bazı takım arkadaşları, sonra takımın antrenörü ve nihayet kulübün başkanı taraftar haklı der. Bu da kaptana ve de gerçek taraftara vurulan asıl büyük darbe olur.

İşte bu yağcılığın, popülizmin doruğudur. Eşkiyalığa devam edin mesajıdır, tribün terörüne açık çektir. Üç-beş çapulcuya teslim olmaktır.

17 Nisan 2010 Cumartesi

Orjinal

Her şeyin oynanmamışı, bozulmamışı, soysuzlaşmamışı daha güzel değil mi?

16 Nisan 2010 Cuma

İllaki TV

1958den beri tiyatro ve sinema ile dolu bir yaşamı var. Bir sürü ülkede oyuncu ve yönetmen olarak önemli işlere imza attı. Türkiye, ABD, İsveç, İsviçre, Almanya ve başkaları gibi bir dizi ülkede saygın bir sanatçı olarak çalıştı. O ülkelerin kendi dillerinde oyunlar oynadı.

Kimsenin ruhu duymadı.

***
"Altın Portakal Ödülü"nü (2 defa), "Berlin Fim Festivali"nde bir İsrail filmi "Kuzunun Gülümseyişi'ndeki rolü ile "En İyi Erkek Oyuncu" dalında "Gümüş Ayı Ödülü"nü, "Stockholm Altın Böcek Ödülü"nü kazandı.

Yine kimsenin ruhu duymadı.

***

Yılmaz Güney'le birlikte Türk sinemasının birçok klasiğinde olağanüstü roller oynadı. Sürü'nün Hamo Ağası, Umut'un Hamal Hasanı, Duvar'ın Gardiyan Ali Emmisi unutulmaz karakterlerini canlandırdı.

Adı tek tük duyuldu ama yine kimsenin ruhu duymadı. 

***
Ammmmaa.

Ne zamanki bir dizide oynadı, herkes Ramiz Dayıyı bağrına bastı.

***

Hem tiyatro ve sinema sanatı, hem Tuncel Kurtiz ve hem de halkımızın TV ekranına girmeyen sanata olan mesafesi açısından ne kadar acı değil mi?

23 Mart 2010 Salı

Dokunulmazlıklar ve Anayasa Taslağı

TBMM'de haklarında suç duyurusu bulunan milletvekilleri ile ilgili  tam tamamına 608 dosya var. Adam başına bir dosyadan fazla. Bu dosyalar bir türlü işleme konulamıyor çünkü muhteremlerin dokunulmazlıkları var.

Ben de iddia ediyorum, Türkiye'nin ve hatta dünyanın hiçbir  yerinde, hiçbir meslek grubunda, hiçbir sosyal grupta, hiçbir gelir grubunda böyle bir rakam yoktur. Bunun sadece iki istisnası vardır: biri TBMM diğeri de hapishaneler. Ne acı değil mi?

Şimdi tablo bu iken iktidar partisi kendi başına hazırladığı ve bir garabet örneği olan taslağa neler koymuş ama dokunulmazlıkları pas geçmiştir. E bu beklenirdi zaten.

Şimdi mecliste transfer pazarı açılacak, BDP ve DSPye esasında hakları olan fakat iktidarın son koz olarak sakladığı % 10 barajının aşağı çekilmesi,  bağımsızlara ise gelecek seçimde seçilebilr yerler sözü verilecek. Bunun adı demokrasi, millet iradesi olacak. Göreceğiz. Yeter ki 367 için en ufak bir ümit sezsinler.

Bu olmazsa da bu defa referandumda oy kapma savaşları başlayacak ve Anayasa ile uzaktan yakından ilgisi olmayan, konuya en ufak katkısı olmayacak laflarla halkın aklını çelmeye çalışılacaklar. Bunu da göreceğiz.

Müneccim olmaya gerek yok.

22 Mart 2010 Pazartesi

Kavaf'a destek

Kadın (yoksa bayan mı demeliydim?) ve Aileden Sorumlu Bakan Aliye Kavaf, olan biteni yarım yüzyıl geriden izlediğini teyit edercesine, eşcinselliğin bir hastalık, biyolojik bir bozukluk olduğunu buyurdu ve aklı başında herkesi acı acı gülümsetti.

Kendilerinden olanların yanlış sözlerini, hareketlerini, gaflarını örtmekte çok usta olan partilileri bile bu defa suskun kaldılar, kaskatı kesildiler. Bu saçmalığı onlar bile savunamazdı.

Bakanın umutsuzca beklediği yardım nihayet dün geldi. Destek verenler Abdurrahman Dilipak ve saygın eşi idi. Bu kişiler de "Evet Bakan haklıdır, bu gerçekten de bir hastalıktır" fetvasını verdiler.

Böylece bu düşündürücü ve ürkütücü trajikomik olay bir kat daha ilginçleşti.

18 Mart 2010 Perşembe

Açıklamalı Türkçe Sözlük 2

Sayın
Politikacı dilinde.

Ankara ağzıdır. Politikacı esnafının ve onlarla haşır neşir bazı basın mensupları ile televizyoncuların severek kullandığı boş bir lakırdıdır. Sanıldığı gibi her zaman bir saygı ifadesi değildir. Bazen de içinden "şu adamı elime verseler ben ne yapacağımı bilirim pis herifi" derken de söylenir. Dolayısiyle hiçbir anlamı olmayan, manasız bir boş laftır. Derhal tedavülden kalkması gerekir.

Haddini aşmak
Politikacı dilinde.

Politikacılar kendi partisinden olup da saçmalayan arkadaşlarını kurtarmak için "Arkadaşımız haddini aşan bir açıklama yapmış" der. Bunun anlamı "Bizimki doğru dürüst meramını anlatamayan geri zekalı salağın biridir, ağzından çıkanın farkında bile olmaz"dır.

İfade etmek
Politikacı dilinde.

Biz ölümlüler, deriz veya söyleriz. Anlaşılan politikacılar böyle konuşmayı yeteri kadar etkileyici, oturaklı bulmamışlar ve "ifade etmek" lafını icad etmişlerdir. Bazen ağızlarından "söyledim" kelimesi kaçsa bile hemen düzeltir "ifade ettim" derler ve böylece çok fiyakalı olurlar. 

Özür dilemeyi bilmek
Politikacı dilinde.

Özür dilemeyi biliriz. E biliyorsan dile o zaman. Ama aslında onun kastettiği "Özür dilemek gibi bir kavramın mevcudiyetinin elbette farkındayım. Ama özür dilemek bizi bozar. Durup dururken niye özür dileyeyim ki. Nasılsa milleti uyutur, "özür dilemeyi biliriz" deyip hem dilemiş gibi yaparım hem de özür mözür dilemem..

Açıklamalı Türkçe Sözlük 1

Aşk yaşamak
Magazinci dilinde.

Daha çok mankenler ve benzerleri için kullanılır. Aslında aşkı yaşamakla ilgisi yoktur. Tercümesi "bunlar bir süre birlikte takılacaklar, öyle fazla ciddiye falan almayın"dır.

Bayan
Maganda dilinde.

Evet bu bir maganda zarafetidir. Kadın demek alçaltıcı olduğundan bayan denir. Hatta daha iyisi de bağyandır. Nedense bazı kadınlar bile kendilerine bunu layık görürler. Doktora gidip çocuklarının olacağını öğrenen çiftin "Bebeğimiz bayan mı olacak?" sorusu bu deyişin tavan yaptığı yerdir.

Bu zarafetin türevleri arasında yahudiye yahudi, çingeneye çingene diyememek de vardır.

Sanatçı
Magazinci dilinde.

"Bayan" deme zihniyetinin bir benzeridir. Nedense şarkıcı demek ayıpmış gibi sanatçı denir. Oysa şarkıcı demenin hiçbir ayıbı yoktur. Sanatçı ise bambaşka bir şeydir . Tabii ki hem sanatçı, hem de şarkıcı olunabilir. Zaten makbulü de budur, ama ne yazık ki böylesi çok ender bulunur.

Bu meyanda iki soru: Başbakanın sanatçı davetindeki şarkıcıların kaç tanesi sanatçıdır? Gerçek sanatçılar böyle toplantılara neden çağrılmazlar, çağrıldıklarında da neden gitmezler?

Yakalanmak
Magazinci dilinde.

Mankenler, artistler vb.nın denize girerken fotografları çekilirse onlar yakalanmış olur. Sanki yasak veya ayıp birşey yapıyorlarmış gibi. Denize girerken üzerlerinde elbiseleri yerine mayoları varsa iş daha da ciddidir. Aynı şekilde arkadaşı veya sevgiliyle yemek veya sinema çıkışı görüntülenenler de yakalanırlar, suç işledikleeri için.

Proje
Sinemacıların, dizicilerin, tiyatrocuların dilinde.

Herhangi birşey tasarlanma safhasında projedir. Proje gerçekleştiği anda da artık film, dizi veya tiyatro oyunu yani yapıt olur. Oysa proje projelikten çıkıp yapıt olduktan sonra da nedense sevdalıları proje kelimesini kullanmaya bayılırlar.

1 Mart 2010 Pazartesi

Bu filmi mutlaka görelim, çünkü eleştirmenler hiç beğenmedi

Namık Kemal, Tahrib-i Harabat'ı yazdığından bu yana yüzelli yıla yakın zaman geçti ama Türkiye'de eleştiri bir arpa boyu yol gitmedi.

Neredeyse hala birçok konuda eleştiri yazılmıyor bile. Örneğin bu hafta günlük gazetelerde, konserler, resitaller, tiyatro oyunları, bale gösterileri, resim, heykel, fotograf sergileri, yeni mimarlık projeleri vb. ile ilgili kaç eleştiri gördünüz?

Eleştiri yapılan alanlar malum: futbol maçları, ikoncanların kılık kıyafetleri, lokanta değerlendirmeleri, haftanın filmleri... Bir-iki de kitap eleştirisi.

Bunlardan fanatik taraftar futbol yazarlarının hoyratlığını, kılık kıyafet ve eğlence yerleri değerlendirmeleri yapanların zıpırlıklarını, beleş yemek yedikleri lokantalara methiye düzenlerin saçmalıklarını eleştiriden saymıyorum bile.

Evet eleştiri özneldir ama ön yargısız, namuslu olmalı, eksiler kadar artıları da görmelidir. Ki saygı görsün, ciddiye alınsın.

Oysa birçok eleştirmene göre de "eleştiri" demek "karalama" demek. Ya eleştirdiği kişiye önceden kızgınlığı var, ya egosunu tatmin edip kendini kanıtlama derdinde, ya sivri olup kendinden bahsettirecek, ya da (veya bir de) konuyu bilmiyor.

Bir örnek son günlerde vizyona giren "Veda" filmi.

Beğenirsin, beğenmezsin. Bunu da yazarsın. Daha doğal ne olabilir? Ne var ki bir bölümü için hiç de öyle olmamış besbelli.

Çoğu eleştirmen filmin ana hikayesini anlamamış bile. Arkadaşı ölünce yaşamanın artık anlamsız olduğunu düşünerek intihar etmeye karar vermenin, üstelik bunu henüz ergenlik çağındaki oğluna anlatmanın nasıl eski Yunan tragedyası kıvamında bir hikaye olduğunu görememiş bile.

Can Dündar şöyle yapmış da, Livaneli'nin bu fimi Can Dündar'a cevapmış. Lafa bak. Buna Livaneli de Dündar da gülüp geçmiştir her halde. Daha belgeselle sinema filminin farkını bile bilmiyor, elma ile armudu topluyor. Bunlar da eleştirmen. Cehalet zor.

Kritiklere bakıyorum çok azı filmi sinematografik yönden eleştirmiş. Rejinin, fotografların, dekorların, kostümlerin, makyajın, müziğin, oyunculukların, örneğin küçük Mustafa'nın, Atanın kadınlarının oyunculuklarının, bence Zorba'dan hiç de aşağı kalmayan Zeybek'in farkında bile değil. Filmi doğru dürüst seyrettiği bile şüpheli.

Kimi diyor tu kaka, film Atatürk'ü efsaneleştirmiş (sanki o bir efsane değilmiş gibi), kimi de tersine bu nasıl Atatürk fimi kahramanlıkları, devrimleri anlatılmıyor bile.

Basma kalıp bir sürü boş laf. Senaryo aceleye gelmişmiş. Ben biliyorum ki senaryo üç yılda yazıldı. Ne diyeyim?

Bir gün bir arkadaşım "Bu filmi mutlaka görelim, çünkü eleştirmenler hiç beğenmedi" demişti, Gel de hak verme.

Bu kafa yapısı

Buyruk geldi:

Ey gazete sahipleri. Tez elden mahiyetinizdekilere bir çeki düzen verin.

Böyle şey nerede görülmüş, kafalarına göre yazıyorlar, çiziyorlar.

Yoksa patron siz değil misiniz, maaşlarını siz ödemiyor musunuz? Bu nasıl şey, benim bildiğim patron ne derse o olur. (Tercümesi: en büyük patron da ben olduğuma göre ben ne dersem o olur.)

***

Hazret alışmış bir kere. Her dediği yapılıyor, kimse sözünden dışarı çıkamıyor. Herkes el pençe divan. Çevresindekilerin bırakın itiraz etmeyi, bunu düşünmeleri bile söz konusu değil.

Böyle olunca da sanıyor ki bu işler her yerde onun bildiği gibidir.

***

Bu kafa yapısı biat kültürünün bir sonucudur. Gün gibi aşikar.

10 Şubat 2010 Çarşamba

Aynı gün yayınlanan iki haber

OLAY 1

Yer:
Hollanda'nın sahil kasabası Zierikzee'deki Protestan kilisesi


Olay:
"Olmayan bir Tanrı'ya İnanmak" adlı kitabın da yazarı olan kilisenin papazı Klaas Hendrikse pazar ayininde Tanrı'nın olmadığını söyler.


Olayın yorumu:
Şikayet üzerine konuyu inceliyen Zeeland Bölgesi Kilise Meclisi papazın görevinde kalmasına karar verir ve olayı şöyle yorumlar "Tanrı'nın olmadığını iddia etmek, teolojik tartışmanın bir parçasıdır. Böyle bir fikir, kilisenin temellerini zedelemez"


İşte bu tartışmanın en az görüldüğü din alanından bir gazete haberi.

 ***

OLAY 2

Yer:
TBMM; AKP Grubu Toplantı Salonu

Olay:
Recep Tayyip Erdoğan grup toplantısında konuşurken iki kişi pankart açarlar. Pankartta "Mersin- Sinop nükleer istemiyor-Greenpeace" yazar.

Olayın yorumu:
Eylemciler tartaklanıp karga tulumba salon dışına çıkarılırken RT Erdoğan olayı şöyle yorumlar: "Elinde iki tane paçavra ile gelecek ve Türkiye'nin nükleer enerjiden istifade etmesini provoke etmeye gayret edenlere biz bu ilkede prim vermeyiz. (düşük cümle aynen korunmuştur)

İşte bu da tartışmanın en çok görüldüğü, hoşgörünün en fazla  olması gereken kamu yönetimi alanından bir başka gazete haberi. Aynı gün.

***

Ben şimdi sormaz mıyım " Hani nerede o mangalda kül bırakmayan, boyuna tek taraflı demokrasi dersi veren aslan liberal demokratlar (!),  onların da bir yorumu yok mu?"

9 Şubat 2010 Salı

Bir faraziye

Olmaz ya, oldu diyelim.

Dünyada mutlak barış olsa, bütün silahlar sussa, ordular lağvedilse. İnsanlar ne kadar mutlu olurlardı değil mi? Bunun bir rüya olmaması için dua ederler, tadını doya doya çıkarmaya çalışırlardı. Herkes birbirine sarılır, kolkola barış şarkıları söylerdi.

Herkes derken... iki istisna ile...

Biri, doğal olarak, silah imalatçıları ve satıcılarları. Tatlı kazançları son bulacağı için. Biri de bizim liberal demokratlar (!). Söyleyecekleri şey kalmayacağı için.

***

- ... Devamlı iktidarı methediyorsun. Böyle bir yağma düzeninin neresini beğeniyorsun birader? Ayrıca demokrasi falan diyorsun ama mahalle muhtarından, ilçe başkanına, milletvekiline, bakanlara hatta cumhurbaşkanına kadar herkesi aynı kişi seçiyor. Olur mu öyle şey? Beğenmediği gazetelere vergi memurlarını salıyor, hangileri okunmalı onu da o belirlemek istiyor. Bu mu demokrasi? Ayrıca ...

- Ordu darbe yapsa daha mı iyi?

- Yahu kim ister darbeyi? O devirler artık çoktan geride kaldı. Darbeyi artık kimse kabul etmez. Hem artık bırakın iki cümlenin birinde ortalığa darbe korkusunu salmayı. Onun yerine bu ülkenin insanlarının nasıl daha mutlu olacağını konuşalım.  Cari açığı konuşalım, ekonominin dış borçlarla ayakta kalabildiğini, bunu yanlışlığını konuşalım.  Ekono...

- Ordu 27 mayıs 1960'da boşu boşuna masum insanları...

- İnsaf, aradan yarım yüzyıl geçti. Bugün bunu savunan mı var? Ayrıca da bunun konuştuğumuz konuyla ne ilgisi var? Ben memleketin kötü idare edildiğini söylüyorum. Sen bana diyorsun ki...

- Ordu...

- Kadrolaşma?

- Ordu...

- Tekel işçileri?

- Ordu...

- Ülkenin iki düşman kampa bölünmesi?

- Ordu...

- Eğitim, sağlık hizmetleri, % 10 seçim barajı, milletvekili dokunulmazlığı, birdenbire çok yararlı olmaya başlayan YÖK, RTÜK saçmalığı, yolsuzluklar, örneğin deniz feneri vs. vs. vs... ?

- Ordu...

- Pessss...

5 Şubat 2010 Cuma

Yorum farkı

Tecrübeli teknik adam

Bir önceki "Zengin dilin tembel kullanıcılarıyız" başlıklı yazımda dilimizin halinden sızlanmıştım. Bu yazıyla ilintili bir- iki basit örnek vermek istiyorum.

***

Sanıyorum gazetecilerin önemli bir bölümü 300 - 400 kelimeyle yetiniyorlar.

Futbol yazarlarının (ki onlar kendilerini spor yazarı sanırlar) 200 kelimeyi bile geçtiklerini hiç sanmıyorum. Önemli bir bölümü "orta mektepten terk futbolcu eskisi" olunca bu çok doğal değil mi? Dağarcıkları bu kadar. Başka ne beklenir.

***

Bir iki örnek:

Hepsi tutturmuşlar bir "tecrübeli teknik adam" lafını. Futbol antrenörlerinin istisnasız tümü "tecrübeli teknik adam". Pardon, haklarını yemiyelim, bir de "tecrübeli çalıştırıcı", "tecrübeli hoca", "tecrübeli teknik direktör" var. Sonra bunların bir de "deneyimli" olanları var. Ne zenginlik...

Bakar mısınız fantezinin boyutuna, dilin zengin kullanımına. Hayatını ilk kompozisyonunu otuzlu yaşlarında yazarsan bu kadar olur.

"Tecrübeli teknik adam"... Ne olacaktı ki Yüzlerce milyonluk takımın başına ağzı süt kokan dünkü bebeyi mi dikeceklerdi.

Bu, sarışın İsveçli demekten de beter. Arada esmer İsveçli de olabilir ama "tecrübesiz" teknik adam asla. Var mı son elli yılda tek bir örneği?

Hadi bir kolaycılık örneği daha vereyim. "Sambacı"lar..

Bütün Brezilyalı futbolcular "sambacı". En kazması, en kalası bile "sambacı".

Eğer futbolcu Arjantili ise bu defa doğruca "tangocu" sınıfına kaydoluyor. Oh ne rahat.

Almanın sıfatı belli: "panzer". Adam 1.65 boyunda, çelimsiz, zayıf nahif biri, ama olsun "panzer".

Şimdi bu okuyucuyu ve dili, en azından, hafife almak, laubalilik değil midir?

Örnekler yüzlerce arttırılabilir. Ama ben bu iki basit örnekle yetineyim. Diğer gazete yazarları ve politikacıların cevherleri de başka bir yazının konusu olsun.

***

Son bir not:

Teknik adam = Teknik (!) + adam (!). Matrak...

1 Şubat 2010 Pazartesi

Zengin dilin tembel kullanıcılarıyız

Zamanında türkçemiz bir imparatorluk dili olarak, bir sürü başka dilleri etkilemiş. Örneğin sırpçaya 9.000, yunancaya 3.000 kelime vermişiz, hatta ta uzağımızda konuşulan ingilizceye bile 470 kelime...

Bugünkü duruma bakarsak...

Redhouse'da yaklaşık 160.000 kelime var. Büyük Türkçe Sözlük'te 75.000. Redhouse'un yarısı kadar.

Daha fenası, Almanya'da ders kitaplarında 70.000 kelime varken, bizde 7.000 civarı. Almanya'nın onda biri.

Bu gerilemenin bir nedeni kuşkusuz eğitim sistemindeki çarpıklık, kültüre ve edebiyata yer vermeyen dersanede yarış atı yetiştirme düzenimiz ve test sistemimizdir.

Bir başkası yeni kavramlara kelime bulmakta zorlanıyor olmamızdır. Her geçen gün tüm alanlarda, özellikle de bilim ve teknikte yeni kavramlar oluşuyor. Bunları kendi kelimelerimizle adlandırmak yerine başka bir dilden, çoğu kere de ingilizceden, aşırıverme kolaycılığına kaçıyoruz. (bkz. bilgisayar terminolojisi)

Ayrıca Türkiyede altı kişiye bir kitap, yirmi kişiye bir gazete düşüyor. Bu perişan tabloda dilin zenginleşip gelişmesine olanak var mı?

Yayınevleri 2.000 gibi çok düşük baskılar yapıyorlar. Ne yapsınlar? Her 100 kişiden 60 kişi, bırakın roman okumayı, herhangi bir yazarın adını dahi bilmiyor. Orhan Pamuk'u, Yaşar Kemal'i, Elif Şafak'ı tanıyan yok gibi. Sırasıyla % 6, 4 ve 2. Bunlar en fazla tanınanlar, gerisini siz düşünün.

Ve nihayet basın ve televizyonlar da fakir ve ayrıntılara kayıtsız, dikkatsiz, güdük bir dil kullanıyorlar.

Bütün bunların sonucu da kelimelerimiz kullanılmaya kullanılmaya unutulmakta, ölüme terk edilmektedir. Galiba ana sorunumuz dilin fakirliğinden ziyade zengin dilin tembel kullanıcıları oluşumuzdur.

30 Ocak 2010 Cumartesi

Haberler

İnsan izlemeden edemiyor, olan biteni öğrenmek istiyor. Ne var ki haberler gerçekten insanın içini karartıyor. Terör olayları, siyasi küfürleşmeler, yolsuzluklar, kazalar vs... İlaç için bir tanecik de iç açıcı haber olmuyor.

Hadi haberlere konu olan bu olayları değiştirmek kimsenin tek başına harcı değil diyelim. Peki o sunuşlar nedir öyle? Ağır abilerin el koyduğu büyük kanallarınki iyice tahammül fersa. Ben kendi adıma, ehven-i şerdir  diye, haber kanallarını izliyorum. Ama onlar da nafile...

Editörler, hepimizi biraz düşük IQ'lu kabul etmişler ki, haber şu formatta veriliyor. Önce spiker sıradaki haberin başlığını veriyor, sonra kısaca içeriğini anlatıyor ve nihayet daha geniş bilgi almak için sahadaki muhabirine bağlanıyor. Muhabir, ne olur ne olmaz diye haberin başlığını tekrarlıyor, sonra da spikerin zaten anlattığı içeriğe bir-iki detay ekliyor. Sonra da bildirdiği haberin kısa bir özetini veriyor. Spiker tekrar sözü alıyor, son bir toparlama yapıyor, anlamıyan kalmasın diye. Ve nihayet yeni bir habere geçiyor. Mubalağasız böyle. El insaf...
 
Sevmediğim bir diğer konu da şu: Terör, savaş, çatışma haberlerinin arkasına yerleştirilen korku filmlerindekini andıran o müzikler ne oluyor öyle. İşi daha da dramatikleştirmek için olsa gerek.  Zaten haberin içeriğinden insanın içi kalkmış bir de o müzik üstüne tuz biber ekiyor. Üstelik de bu müzik zaman zaman spikerin sözünü de bastırıyor, o da ayrı.

Bir de bazen haberlere bağlanan eksperle olan dialoglar var. Eksper ya da o bağlanan her kimse, sözü bir kere eline geçirince bir daha öldüm Allah bırakmak niyetinde olmuyor. Spiker adama sözü verdiğine bin pişman bir an evvel tekrar lafı kapma mücadelesine giriyor. Yırtınıyor. Ama nafile. Adam lafı bir kere kapmış bir daha bırakır mı, 75 milyon (!) kendisini dinlerken... Neyse mücadeleyi sonunda yine spiker kazanıyor, senaryo gereği.

Bitiriş de bir alem oluyor. Haberler verilmiş, herşey bitmiş ama spiker kısa bir ara vereceğini (bu araların kısa olmayanı daha görülmemiştir) belirtiyor. Bir yere ayrılmamamızı, dönüşte buluşmak dileğinde olduğunu söylüyor. Ne işe yaradığını, ne için var olduğunu bilemediğim RTÜK'ün belki de tek doğru kararı  'Reklam sürelerinin kısıtlanması' ilkesi hiçe sayılarak, çeşitli üç kağıtlarla iyice uzatılan, insanı perişan eden reklamların ardından da pişkin pişkin sırıtıp programın bittiğini ilan ediveriyor.

Ugg mu çirkin Hunter mı?...

Tamam anlıyorum, her yazı ekonomiyi bir dokunuşta düzeltmez veya ne bileyim ortalık toz dumanken memleketin siyasi karmaşasını bir anda durduracak reçeteyi de vermez.

Tamam anlıyorum, magazin yazarlığı diye bir kategori de vardır, insanı eğlendiren, keyif veren.

Bütün bunlar tamam da memleketin saygın kabul edilen gazetelerinin, saygın kabul edilen bir sürü yazarının incir çekirdeğini doldurmayan yazıları niye yazdığını gerçekten anlıyamıyorum.

Buyrun size bir örnek. Feyzalın. Belki birşey anlar, bana da anlatırsınız.



16 Ocak 2010 Cumartesi

TV programı nasıl yapılmamalı dersi

Biraz evvel televizyonda 2010 İstanbul Kültür Başkenti canlı yayını vardı. Günlerdir anons ediliyordu,
yedi tepenin yedi yerinde müthiş etkinlikler yapılacak, şöyle olacak, böyle olacak diye.

Zaten TVde adam gibi program yok denecek kadar az, bir ümitle oturdum seyretmeye. Oturmaz olaymışım.

Belli ki bunların televizyon yayıncılığı hakkında en ufak bir fikirleri yok. Bakın niye:

Ortada bir etkinlik var, aylardır hazırlığı yapılmış, şu kadar milyon da para dökülmüş. Birinci öncelik bu etkinliği göstermek değil midir?

Hayır...

Manzara şu: ekranda bir meydan, biri uzun uzun programı anlatıyor. Güzel, bilgilendik. Ne var ki tam program başlayınca da yönetmen hooop stüdyoya bağlanıyor.

Stüdyodaki sunucu bir tarihçi bulmuş. İstanbul'un tarihini konuşacak. Bayıltarak on cümlelik sorusunu soruyor. Adamcağız tam cevap vermeye başlıyor, hoop yönetmen bir başka yere bağlanıyor.

Bu defa ekranda nihayet programdan bir bölüm gözüküyor, bir kadın şarkıcı şarkı söylemekte. Ne var ki sesi çıkmıyor. Ağzı oynamaya dursun onun yerine demin lafı yarım kalan tarihçinin sesi duyuluyor.

Derken bir başka yere bağlanıyorlar. Orada ise kim olduğunu bilmediğimiz biri şarkı söylüyor. Ama bu şarkıcı biraz evvel gördüğümüz kadın şarkıcı kadar da şanslı değil. Öbürünün hiç değilse görüntüsü vardı, bunun o da yok. Buna mukabil ekranda, neye iyiyse, gözükmek için itişip kakışan bir kalabalık ve havanın ne kadar soğuk olduğunu bağrınan bir muhabir beliriyor.

Bir de bunlar ekranın ortasına bir suret koyup altına "stüdyo" yazmayı, etrafına da birkaç kafa daha dizip onların altına da bulundukları yerlerin ismini koymayı marifet zannediyorlar anlaşılan. Yahu o eskidendi. Onlar, telefon etmek için komşudan veya mahallenin bakkalından icazet beklenen zamanlardı. Artık, bu iletişim çağında, üç-beş yere bağlanmak bir marifet değil ki... Durup durup bunu gösteriyorsunuz.

***

Bir de baktım, neredeyse bir saatimi heba etmişim. Yetti dedim, yetti. Benim yapacak çok daha keyifli işlerim var.

Siz televizyoncular, nenize gerek, böyle işlere kalkışmak. Koyarsınız üç saatlik bir yerli dizi, ya da bimem hangi ligden bir futbol maçı. Sen sağ ben selamet.

Çat diye kapadım televizyonu...

9 Ocak 2010 Cumartesi

TVde futbol zevki nasıl katledilir?

Biranızı almış, en sevdiğiniz koltuğunuza kurulmuş, televizyonda futbol maçı seyrediyorsunuz. Harika bir kombinezon, akıllı bir paslaşma, genç santrforun müthiş vuruşu. Ve gooool.

Futbolun keyfini yaşamak isteyen daha ne ister? Ama hayır, bir dakika.. Dinleyin:


***.

-  Ne gtüzel gol. Ne usta bir vuruştu. Değil mi hocam?

-  Tamam daaa... Bir bakalım. Geri gel! Bakalım turunculu oyuncu yeşil formalının önünde mi?.
   
   Geri gel! Yahu daha geri gelsene. Kaldır benim kelleyi ekrandan. Şimdi yavaş yavaş yürü. Kesin  ofsayt. Dur. Bir daha daha geri gel. Baksana apaçık. 
   
   Adamın omuzu yeşillinin bir karış önünde. Buz gibi ofsayt. Yardımcı orada uyuyor.   bir kere durduğu yer yanlış. Ama kabahat onda değil, onu oraya dikende. Bunları asmalı, kesme...    

-  Fakat hocam, ne vuruştu ama. Zaten bu çocuğu ne zamadır takip...

-  Dur daha bitmedi. Geri gel. Bir önceki pozisyonda öbür turunculu, önündeki yeşilliyi, 9 numarayı nasıl rahat bırakmış. Arkadan iyice yapışacak abi, verdirmeyacak o pası. Fortçuluk yapacak.

-  Aman hocam dur.
   
   Her şey bir yana, kim ne derse desin genç oyuncu harika bir gol attı. Ne ustaca bir vur...

 -  Ben anlamam abi turunculu oyuncu yeşillinin.....

 ***

Ben de anlamıyorum. 

Bugünkü maçlar ne oldu diye merak ediyorsan seyredeceğin  kanal belli. Anladık, bastırmışlar masraflar hariç senede 321 milyon Amerikan dolar gibi deli bir serveti, tekel olmuşlar.


Tamam da bizim kusurumuz ne? Düpedüz işkence çektiriyorlar.

Aferin. Biz seyircilere, bütün kuralları sular seller gibi öğreniyoruz. İyi de karşılığında da kurdeşen oluyoruz. 

Nerede kalıyor seyir zevki, nerede kalıyor eğlence?

***


21 Ocak 2010.

Ben yukarıdakileri yazdıktan bir hafta sonra Erman Toroğlu'nun işine son verildi haberi çıktı. Ben de bu eki yazmak ihtiyacını hissettim.

Hemen söyleyim bütün sansürler gibi buna da karşıyım. Kulüpler Birliğinin işlerine gelmiyor diye baskı yaparak bir programı yayından kaldırtmak istemesi (en azından şimdi söylenen bu) kabul edilir gibi değil.


Şimdi artık milletin ikiye bölündüğü bir konumuz daha var. Bazıları "Oh iyi oldu, gitti" derken bazıları da "Evet katılmadığım birçok şeyler söylüyorlardı ama yine de pazar gecelerinin eğlencesi idi bu program, kötü oldu" diyorlar. 

Eminim bu ayrışma daha da belirginleşecek. Sonunda da hamiyetli milletimin "mağdurun yanında olma duygusu" ile ibre "Keşke kalsalarlardıcılar"a kayacak.


Ne diyeyim: kör ölür badem gözlü olur.

... gibi binalar yapmak

Topkapı Sarayı Antalya'da, Kremlin de Antalya'da.

Sahiden.

Ya Kızkulesi? E o da Antalya'da.

Antalya'ya bir gidişte hem Topkapı'yı, hem Kremlin'i, hem de Kızkulesini görmek. Yetmedi, bonus olarak da Antalya'yı.

Bu nasıl iştir?

***

"Boğaz dünyada tek, onun gibisi yok" deriz ya... İnanmayın. Artık değil. Çünkü şimdi Küçük Çekmece'de de bir Boğaz'ımız var.

Ne diyeyim, şaka gibi.

***

Benim anlamadığım şu: anlı şanlı inşaat şirketleri, o kocaman teşkilatlarıyla, uzmanlarıyla, danışmanlarıyla, mimarlarıyla hiç mi yeni fikirler üretemiyorlar da ayları kırpıp kırpıp yıldız yapıyorlar? Kopyanın hiçbir zaman orjinalinin yerini tutamıyacağını bilmiyorlar mı?

Bilmez olurlar mı, hem de nasıl biliyorlar. Ama para tatlı. Ayrıca sonradan görmeler de istemediğin kadar bol.

Anlamadığım bir diğer nokta: bir insan hangi duygularla, herşeyin "çakma" olduğunu bile bile, böyle bir yerde huzur bulur? Herşeyin yapmacık olduğu dünyasında önündeki su birikintisine bakarak "Getir kızım şu rakımı, şöyle Boğaz'a karşı bir keyif süreyim" falan der.

Daha da anlamadığım ise: aklı başında, "azıcık" meslek saygısı olan bir mimar böyle bir rezalete nasıl imzasını koyar?

Belli ki ben ne bu "çakma" Boğaza karşı rakı keyfi yapan adamı, ne de bu "çakma" mimarı anlıyamıyacağım. Hiç bir zaman.