Bana neden yazıyorsun diyorsunuz. Yazmak sözünüz kesilmeden yapabileceğiniz tek konuşmadır.
Jules Renard

10 Şubat 2010 Çarşamba

Aynı gün yayınlanan iki haber

OLAY 1

Yer:
Hollanda'nın sahil kasabası Zierikzee'deki Protestan kilisesi


Olay:
"Olmayan bir Tanrı'ya İnanmak" adlı kitabın da yazarı olan kilisenin papazı Klaas Hendrikse pazar ayininde Tanrı'nın olmadığını söyler.


Olayın yorumu:
Şikayet üzerine konuyu inceliyen Zeeland Bölgesi Kilise Meclisi papazın görevinde kalmasına karar verir ve olayı şöyle yorumlar "Tanrı'nın olmadığını iddia etmek, teolojik tartışmanın bir parçasıdır. Böyle bir fikir, kilisenin temellerini zedelemez"


İşte bu tartışmanın en az görüldüğü din alanından bir gazete haberi.

 ***

OLAY 2

Yer:
TBMM; AKP Grubu Toplantı Salonu

Olay:
Recep Tayyip Erdoğan grup toplantısında konuşurken iki kişi pankart açarlar. Pankartta "Mersin- Sinop nükleer istemiyor-Greenpeace" yazar.

Olayın yorumu:
Eylemciler tartaklanıp karga tulumba salon dışına çıkarılırken RT Erdoğan olayı şöyle yorumlar: "Elinde iki tane paçavra ile gelecek ve Türkiye'nin nükleer enerjiden istifade etmesini provoke etmeye gayret edenlere biz bu ilkede prim vermeyiz. (düşük cümle aynen korunmuştur)

İşte bu da tartışmanın en çok görüldüğü, hoşgörünün en fazla  olması gereken kamu yönetimi alanından bir başka gazete haberi. Aynı gün.

***

Ben şimdi sormaz mıyım " Hani nerede o mangalda kül bırakmayan, boyuna tek taraflı demokrasi dersi veren aslan liberal demokratlar (!),  onların da bir yorumu yok mu?"

9 Şubat 2010 Salı

Bir faraziye

Olmaz ya, oldu diyelim.

Dünyada mutlak barış olsa, bütün silahlar sussa, ordular lağvedilse. İnsanlar ne kadar mutlu olurlardı değil mi? Bunun bir rüya olmaması için dua ederler, tadını doya doya çıkarmaya çalışırlardı. Herkes birbirine sarılır, kolkola barış şarkıları söylerdi.

Herkes derken... iki istisna ile...

Biri, doğal olarak, silah imalatçıları ve satıcılarları. Tatlı kazançları son bulacağı için. Biri de bizim liberal demokratlar (!). Söyleyecekleri şey kalmayacağı için.

***

- ... Devamlı iktidarı methediyorsun. Böyle bir yağma düzeninin neresini beğeniyorsun birader? Ayrıca demokrasi falan diyorsun ama mahalle muhtarından, ilçe başkanına, milletvekiline, bakanlara hatta cumhurbaşkanına kadar herkesi aynı kişi seçiyor. Olur mu öyle şey? Beğenmediği gazetelere vergi memurlarını salıyor, hangileri okunmalı onu da o belirlemek istiyor. Bu mu demokrasi? Ayrıca ...

- Ordu darbe yapsa daha mı iyi?

- Yahu kim ister darbeyi? O devirler artık çoktan geride kaldı. Darbeyi artık kimse kabul etmez. Hem artık bırakın iki cümlenin birinde ortalığa darbe korkusunu salmayı. Onun yerine bu ülkenin insanlarının nasıl daha mutlu olacağını konuşalım.  Cari açığı konuşalım, ekonominin dış borçlarla ayakta kalabildiğini, bunu yanlışlığını konuşalım.  Ekono...

- Ordu 27 mayıs 1960'da boşu boşuna masum insanları...

- İnsaf, aradan yarım yüzyıl geçti. Bugün bunu savunan mı var? Ayrıca da bunun konuştuğumuz konuyla ne ilgisi var? Ben memleketin kötü idare edildiğini söylüyorum. Sen bana diyorsun ki...

- Ordu...

- Kadrolaşma?

- Ordu...

- Tekel işçileri?

- Ordu...

- Ülkenin iki düşman kampa bölünmesi?

- Ordu...

- Eğitim, sağlık hizmetleri, % 10 seçim barajı, milletvekili dokunulmazlığı, birdenbire çok yararlı olmaya başlayan YÖK, RTÜK saçmalığı, yolsuzluklar, örneğin deniz feneri vs. vs. vs... ?

- Ordu...

- Pessss...

5 Şubat 2010 Cuma

Yorum farkı

Tecrübeli teknik adam

Bir önceki "Zengin dilin tembel kullanıcılarıyız" başlıklı yazımda dilimizin halinden sızlanmıştım. Bu yazıyla ilintili bir- iki basit örnek vermek istiyorum.

***

Sanıyorum gazetecilerin önemli bir bölümü 300 - 400 kelimeyle yetiniyorlar.

Futbol yazarlarının (ki onlar kendilerini spor yazarı sanırlar) 200 kelimeyi bile geçtiklerini hiç sanmıyorum. Önemli bir bölümü "orta mektepten terk futbolcu eskisi" olunca bu çok doğal değil mi? Dağarcıkları bu kadar. Başka ne beklenir.

***

Bir iki örnek:

Hepsi tutturmuşlar bir "tecrübeli teknik adam" lafını. Futbol antrenörlerinin istisnasız tümü "tecrübeli teknik adam". Pardon, haklarını yemiyelim, bir de "tecrübeli çalıştırıcı", "tecrübeli hoca", "tecrübeli teknik direktör" var. Sonra bunların bir de "deneyimli" olanları var. Ne zenginlik...

Bakar mısınız fantezinin boyutuna, dilin zengin kullanımına. Hayatını ilk kompozisyonunu otuzlu yaşlarında yazarsan bu kadar olur.

"Tecrübeli teknik adam"... Ne olacaktı ki Yüzlerce milyonluk takımın başına ağzı süt kokan dünkü bebeyi mi dikeceklerdi.

Bu, sarışın İsveçli demekten de beter. Arada esmer İsveçli de olabilir ama "tecrübesiz" teknik adam asla. Var mı son elli yılda tek bir örneği?

Hadi bir kolaycılık örneği daha vereyim. "Sambacı"lar..

Bütün Brezilyalı futbolcular "sambacı". En kazması, en kalası bile "sambacı".

Eğer futbolcu Arjantili ise bu defa doğruca "tangocu" sınıfına kaydoluyor. Oh ne rahat.

Almanın sıfatı belli: "panzer". Adam 1.65 boyunda, çelimsiz, zayıf nahif biri, ama olsun "panzer".

Şimdi bu okuyucuyu ve dili, en azından, hafife almak, laubalilik değil midir?

Örnekler yüzlerce arttırılabilir. Ama ben bu iki basit örnekle yetineyim. Diğer gazete yazarları ve politikacıların cevherleri de başka bir yazının konusu olsun.

***

Son bir not:

Teknik adam = Teknik (!) + adam (!). Matrak...

1 Şubat 2010 Pazartesi

Zengin dilin tembel kullanıcılarıyız

Zamanında türkçemiz bir imparatorluk dili olarak, bir sürü başka dilleri etkilemiş. Örneğin sırpçaya 9.000, yunancaya 3.000 kelime vermişiz, hatta ta uzağımızda konuşulan ingilizceye bile 470 kelime...

Bugünkü duruma bakarsak...

Redhouse'da yaklaşık 160.000 kelime var. Büyük Türkçe Sözlük'te 75.000. Redhouse'un yarısı kadar.

Daha fenası, Almanya'da ders kitaplarında 70.000 kelime varken, bizde 7.000 civarı. Almanya'nın onda biri.

Bu gerilemenin bir nedeni kuşkusuz eğitim sistemindeki çarpıklık, kültüre ve edebiyata yer vermeyen dersanede yarış atı yetiştirme düzenimiz ve test sistemimizdir.

Bir başkası yeni kavramlara kelime bulmakta zorlanıyor olmamızdır. Her geçen gün tüm alanlarda, özellikle de bilim ve teknikte yeni kavramlar oluşuyor. Bunları kendi kelimelerimizle adlandırmak yerine başka bir dilden, çoğu kere de ingilizceden, aşırıverme kolaycılığına kaçıyoruz. (bkz. bilgisayar terminolojisi)

Ayrıca Türkiyede altı kişiye bir kitap, yirmi kişiye bir gazete düşüyor. Bu perişan tabloda dilin zenginleşip gelişmesine olanak var mı?

Yayınevleri 2.000 gibi çok düşük baskılar yapıyorlar. Ne yapsınlar? Her 100 kişiden 60 kişi, bırakın roman okumayı, herhangi bir yazarın adını dahi bilmiyor. Orhan Pamuk'u, Yaşar Kemal'i, Elif Şafak'ı tanıyan yok gibi. Sırasıyla % 6, 4 ve 2. Bunlar en fazla tanınanlar, gerisini siz düşünün.

Ve nihayet basın ve televizyonlar da fakir ve ayrıntılara kayıtsız, dikkatsiz, güdük bir dil kullanıyorlar.

Bütün bunların sonucu da kelimelerimiz kullanılmaya kullanılmaya unutulmakta, ölüme terk edilmektedir. Galiba ana sorunumuz dilin fakirliğinden ziyade zengin dilin tembel kullanıcıları oluşumuzdur.